Yeşil teni ve ürkütücü görünümleriyle Şrek, ilk bakışta çevresindeki insanlar tarafından korkutucu olarak görülse de, onun yalnızlıkla yoğrulmuş bir kalbi ve derinlerde sakladığı bir umut taşıdığı anlaşılır. Şrek, hayatını bataklığında yalnız ve huzurlu bir şekilde geçirmeye alışmıştır, ancak kalbinin bir köşesinde, kendisi kadar farklı ve dışlanmış birini bulma arzusuyla yanıp tutuşmaktadır.
Bir gün karşısına çıkan bir kahin, Şrek’in kaderine dair şaşırtıcı bir kehanette bulunur: Onun hayatını güzeller güzeli bir prenses olan Fiona değiştirecektir. Ancak bu kehanet, Şrek’i büyük bir çelişkiye sürükler. Kendini dış görünüşüyle tanımlayan Şrek, nasıl olur da böylesine zarif ve alımlı bir prensesle duygusal bir bağ kurabilir? İçinde bulunduğu bu garip durum, onu beklenmedik bir yolculuğa çıkarır.
Bu macera, Şrek’in kendisiyle ve dünya hakkındaki algılarıyla yüzleşmesini sağlar. Fiona ile tanıştığında ise güzellik kavramının aslında ne kadar yüzeysel ve yanıltıcı olduğunu fark eder. Fiona, sıradan bir prenses değildir. Dışarıdan görünenin ötesinde, kendi içinde derin sırlar ve karmaşıklıklar taşımaktadır. Şrek’in beklentilerinin ötesinde, bu ikili arasında güçlü bir bağ filizlenir.
Şrek’in hikâyesi, insanlara (ve trollerle prenseslere) gerçek sevginin, fiziksel özelliklerin çok ötesinde bir yerde yattığını hatırlatır. Mizah ve duygusallığın ustalıkla harmanlandığı bu hikâye, hem eğlendiriyor hem de klişelere meydan okuyarak farklılıkların güzelliğini kutluyor. Şrek’in kendini kabul etme ve başkalarını yargılamadan sevme yolculuğu, izleyicilere unutulmaz bir ders veriyor.