Mildred, sıradan bir çocuktu. Günlerini okulda, arkadaşlarıyla ve evde geçiriyordu. Ancak bir gün, babası Strawn Wise onun hayatına geri döndüğünde, her şey değişti. Strawn, yıllar sonra kızına, birlikte büyük bir maceraya atılmak için vakit ayıracağına dair söz verdi. Ancak bu, Mildred’in beklediği türden bir macera değildi. Babası, ona Canterbury Panteri olarak bilinen mitolojik bir canavarı bulmak için kamp yapmayı önerdi.
Bu, kasaba halkı arasında efsanevi bir yaratık olarak anlatılan, kimse tarafından tam olarak görülmemiş, kimsenin izini bulamamış ama her zaman kayıpların etrafında dolaşan gizemli bir figürdü. Mildred, önce babasının şaka yaptığını düşündü, ancak Strawn’ın ciddiyetini gördüğünde işler farklı bir hal aldı. Kendi babası, yıllardır kaybolan bu canavarı bulmak için yıllarını harcamış ve artık nihayet bir ipucu bulduğunu iddia ediyordu.
Mildred’in dünyası, bu sıradışı yolculukla altüst oluyordu. Kamp alanına vardıklarında, ormanın derinliklerinde geçen her dakikada gerilim daha da artıyordu. Strawn, kızıyla hem eski ilişkilerini onarmaya hem de doğanın sırlarını keşfetmeye çalışırken, Mildred için babasına olan güven yeniden şekillenmeye başlıyordu. Ancak her adımda, efsanenin gerçeğe dönüşüp dönüşmediğini sorgulamak zorunda kalıyordu.
Canavarın varlığına dair buldukları ipuçları, Mildred’in korkularını artırsa da, aynı zamanda cesaretini de test ediyordu. Efsane bir canavar mı, yoksa kaybolan bir hayaletin peşinden mi gidiyorlardı? Yolculukları, yalnızca bir babayla kızın arasındaki bağı güçlendirmekle kalmayacak, aynı zamanda Mildred’in kendi gücünü keşfetmesini de sağlayacaktı.
Sonunda, Canterbury Panteri’ni bulup bulmadıkları sorusu bir kenara bırakıldığında, bu yolculuk aslında Mildred’in hayata, kaybolmuş olan aile bağlarına ve cesarete dair öğrendiklerinin bir yansıması haline gelecekti.
